Kırlangıç

bekliyordu... gözleri yolda, erkeğinin dönüşünü bekliyordu... bir süre oturdu tek katlı evin girişindeki basamaklarda... ilk bahar tüm canlılığıyla bahçesini ve çitlerin ötesini binlerce renge boyamıştı... kır çiçekleri, evin bulunduğu Tepeli Vadi'nin yamaçlarına kadar yayılmıştı.. güneş, tepelerin ardından görününce, kızıl göğe bir bıçak gibi saplanan sarı ışıklar fırladı yüksek tepelerin ardından. seher vakti öten ve neşeyele uçan kırlangıçlar dolaşmaktaydı gökyüzünde...

birden sebepsizce ürperdi ve tek bir damla düştü gözünden... silmedi gözyaşını... sadece zayıf bedenine tezat oluşturan karnına götürdü elini ve hemen sonra ince kumaştan uzun elbisesini toplayarak kalkıp içeri girdi kadın...

kadın içeri girdiği sıralarda, çok uzaklarda, Büyük Krallığa bağlı Güney Işığı Kalesi'nde bir hareketlilik göze çarpmaktaydı... kale duvarlarının bir kısmı yerle bir olmuş, batı surunda ise çok büyük bir delik açılmıştı... askerlerin çoğu kaleyi tamir etmekle, bir kısmı ise savaş meydanındaki cesetleri yığın yapmakla uğraşıyordu... bu yığın işleminde, ölen krallık askerleri ayrılıyor ve kale duvarları dibine yatırılıyordu....kesif bir leş kokusu yayılmıştı... bir krallık görevlisi duvar dibinde yatan askerleri kayda geçiyor, kayıp veya esir varmı diye elindeki listeyi her seferinde yeniden  kontrol ediyordu...

"şurada parlyan bir zırh gördüm..." diye seslendi Tannabar...

oraya doğru ilerlerken yüzüne tuttuğu mendil,  iğrenç kokuyu engellemeye yetmiyordu... tüm meydanı kaplayan duman yüzünden görüş de kısıtlıydı... parçalanmış düşman bedenlerin üzerine basarak ve düşmemeye çelışarak ilerledi... yanındaki askere "çevir şunu..!" dedi Tannabar sertçe...

asker, "emredersiniz..!" diyerek yüz üstü yatmakta olan zırhlı adama yaklaştı ve biraz zorlanarak adamı çevirdi...

"hayır Arius...! hayır, lanet olsun...!" diye hüzünle haykırdı Tannabar ve cesedin üzerine eğilerek... adamın zırhının ön tarafı onlarca kılıç ve kargı darbesiyle parçalanmıştı... yüz kaslarının tümü kasılmış, öfkeyle bağıran biri gibi görünüyordu... Tannabar adamın açık ağızını kapattı...

askere dönerek "beni yalnız bırak..." dedi ve cesedin yanına oturup adamın başını kucağına aldı... ağlamaya başladı koca adam... "beni nasıl bırakırsın kardeşim...! tek dostum...! nasıl..." ağlaması haykırışa, haykırışı isyana dönüştü...

uzun birkaç dakikanın ardından "kes sesini..!!" diye bir ses duydu ve irkildi birden... "kim var orada..." diyerek ayağa kalktı ve kılıcını çekti... yoğun kara dumandan bir metre ötesini bile zor görüyordu... uzun bir sessizlikten sonra: "eldivenimin bilekliğine bak..!" dedi aynı ses... Tannabar "Arius..??!" dedi şaşkınlıkla... ama hala bir şey görünmüyordu dumandan... "beni arayıp durma Tan... istesende göremezsin... şimdi dediğimi yap kardeşim..." Tannabar eğilerek eldivenin bilekliğini çıkardı içinde katlanmış bir kumaş parçası buldu... onu aldı... "bu oğluma verilecek Tan... senden son isteğim budur... ikisi de sana emanet..." dedi ses... "oğlun mu.." dedi Tannabar şaşkınlıkla... "doğacak olan oğlum... Lien'e onu sevdiğimi ve daima seveceğimi söyle... onlara iyi bak... sizi bekliyor olacağım..." dedi Arius'un hüzünlü sesi...

ve bir daha dönmeyeceği sonsuzluk salonlarına göçüp gitti ruhu...

......

ilkbahar sıcağı yavaş yavaş yaza dönmüştü... bu erken yaz şafağında gökyüzünde kırlangıçlar süzülüyordu... mutlu çığlıkları seher meltemlerini karşılıyordu sanki... güneş ilk ışıklarını tepelerin arasından bırakırken bir atlı yavaş ama emin adımlarla ilerliyordu güneye doğru... adam, güneş tepelerin ardından tamamen çıktığında tepeli vadideki evin önüne varmıştı...

atından inerek kapıyı çaldı adam... kapı beklediğinden çabuk açılmıştı... genç bir kadın kapıda durmaktaydı... kucağında bir bebekle... kadın sessizce "hoşgeldin Tan... gelsene..." diyerek içeri girdi... sesinde hüzünle karışık bir dinginlik vardı...

içeri girip oturdular... bebek sessizce duruyor ve Tannabar'ı izliyordu... Tannabar: "Lien ben..." diye başladı fakat sözünü kesti kadın... "Tan biliyorum... lütfen bundan bahsetme.." diyerek yüzünü çevirdi... adam başını öne eğdi... ne diyeceğini bilemiyordu...kadın bir süre sonra "afedersin..." diyerek bebeği adama bırakıp dışarı çıktı...

bebek garip bir biçimde sakince adamın yüzüne bakmaktaydı... "onlar sana emanet Tan..!" sözleri yankılandı zihninde... dostunun son isteği... cebinden katlanmış kumaşı çıkardı ve bebeğe uzattı "bu senin evlat..." dedi gülümseyerek... küçük oğlan kumaşı aldı ve koklayarak derin bir uykuya daldı..

.....

uzun yıllar sonra,  genç bir adam harab olmuş bir yolda yürüyordu.. bir süre sonra dinlenmek için yıkık bir duvarın üzerine oturdu... bu genç adamın adı Arun'du... yalnızdı... şöyle bir etrafına bakındıktan sonra bir parça kuru meyve çıkardı çantasından... ve hiç bir zaman yanından ayırmadığı en kıymetli eşyasını... katlanmış bir kumaş parçası...

kumaşı özenle açtı... elindeki kuru meyveden bir ısırık alırken, hasretle baktı bu yıpranmış mendile..

üzerine işlenmiş çok güzel bir kırlangıç resmi vardı... ve altında da işlenmiş bir yazı:

"eğer uzaksa sana sevdiklerin, kırlangıçları izle...
her seher vakti, uzak diyarlardan haber getiren onlardır...
onlar varken yoktur ayrılık, kırlangıçları izle"



13 Ağustos 2004